Vedat SEVGİGÖR; Esnafinsesi.NET Konsept Danışmanı, Yazar
Yıl 1993. İstanbul Gülhane Parkı’na kurulan ışıltılı sahne platformunun etrafını hınca hınç doldurmuş tam iki yüz bin insan. Uzak yakın bütün semtlerden gelen kadınlar, erkekler, genci, yaşlısı, engellisi. Tanzimat Fermanı’nın okunduğu günlerden bu yana görülmemiş bir coşku ve sevgi izdihamı. Bıraksan az ötedeki İstanbul boğazına akacak bir insan denizi. Parka sığamamış, etraftaki caddelere taşmış mahşeri bir kalabalık.
Ve sahneden gelen her nağmede gökyüzüne doğru kalkan ellerle şarkılara eşlik eden on binlerce insandan yükselen ıslıklar, çığlıklar…
Bu insan selini bu mekânda buluşturan ise;
Şarkılarında saf hasreti, karşılıksız aşkı, kurşun gibi acıları dillendiren, kalbinden süzülen nağmelerle sıradan insanı, sadece insanı, yani hepimizin özünü anlatan,
Arabesk müziğin, mahşerin dört atlısından biri, Çukurova’nın yanık sesli evladı Ferdi Tayfur,
Ferdi Tayfur, sesleri duyulmayan varoşların, yalnız kalabalıkların, kimsesizlerin, Anadolu’nun yoksul köylerinin, yazgısına kayıtlı yoksulluğu da omuzlayıp köyden şehre göçenlerin sesiydi.
Fildişi kulelerdeki bazı aydınların ve kültür elitlerinin ilgi alanı dışında bıraktıklarının sesiydi. Mutluluktan coşanlardan ziyade hali hatırı pek sorulmayanların öteki Türkiye’sinde, ‘’mutsuzluğu bana sor’’ diyenlerin ya da mutluluğu kıt kanaat yaşayabilenlerin sesiydi.
Anadolu’nun güneyinin, Çukurova’nın romanını Yaşar Kemal’ler, Kemal Tahir’ler yazdı. Şarkısını ise Ferdi Tayfur’lar, Müslüm Gürses’ler okudu.
Kültürel yozlaşmaya neden olduğu gerekçesiyle bir dönem TRT' nin stüdyoları arabeske yasaklı olsa da halkın gönül kapıları Tayfur'a ve arabeskin diğer yorumcularına tamamen açıktı.
Her minibüsün olmazsa olmaz demirbaşıydı bir Ferdi Tayfur kaseti. Ve arabesk müzik o minibüslerde taşınırdı varoşlardan şehir merkezlerine.
Doksanlı yıllarda Maraş’tan İstanbul’a yaptığım yolculuklarda gece yarısından sonra otobüsteki yolcular yorgunluktan birer birer uykuya teslim olunca, sahnede benim gibi bir iki melankolik sabahçı, direksiyonun başındaki kaptan ve bir de arabeskin birkaç yıldızının şarkıları kalırdı.
O yıldızlardan biri elbette Tayfur olurdu. Uyuyan yolcuların rahatsız olmaması için kaptan, müziğin sesini olabildiğince kısar fakat yine de şoför mahallinden ince ince gelen;
"Sevgilim bak yine sabah oluyor
Şimdi sen kim bilir ne duygulardasın
Belki de en tatlı uykulardasın…"
Nağmeleri uzun Samsun sigaramın dumanına karışırken gecenin karanlığında camdan dışarıya bakarak uzaklara dalardım.
Önünden hızla geçtiğimiz yerde bir köy olurdu bazen. Evlerinin ışıkları çoktan sönmüş ve bacalarında bir hayat belirtisi görülmeyen tek katlı, iki katlı köy evlerinin siluetini birkaç saniyelik kadraja sığdırmaya çalışır ve gözden kaybolana dek izlerdim.
Sessizliğin ortasında kalmış köydeki tek tük sokak lambasının solgun ışığı, birkaç ağaç ve yalnız yürüyen bir köpek de girerdi kadraja bazen.
Düşünürdüm, acaba bu evlerde kimler yaşar? Bu köyün çeşmesinde Tayfur’un şarkısını mırıldanarak hangi delikanlı hangi genç kıza sevdalanmıştır? Gönül iklimlerinde hangi hikâyeleri, acıları, sevinçleri hasretleri taşır bu köyün insanları?
Ve bu gezegende daha kaç milyar hikâye saklıdır kim bilir diye düşünürdüm? Hiçbir zaman, dinleyemeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz.
Toplumun önüne çıkardığımız bir kimliğimiz, duruşumuz var. Birbirimizden binlerce farklı insani yönlerimiz var. Fakat ya benzerliklerimiz? Örneğin, gençlik çağlarımızda hangimiz kör kütük âşık olmadık? Taştan bir kalp taşımıyorsak eğer, hangimizin kimselere anlatamadığı umutları ya da meçhul sevdaları olmadı?
Gözyaşlarımızın, kalbimizin çatlayan yerlerinden damlayan özlemlere karıştığı saatlerde bir Ferdi Tayfur şarkısı, bu en yalnız anlarımızın sırdaşıydı belki de…
Hepimizin hikâyesine ve yüreğine dokunan içli şarkılar besteledi Ferdi Tayfur. Allah vergisi bir yetenekle ve çalışkanlığa bağlı bir üretkenlikle kendi bestelediği şarkıları söyledi daima.
Konserlerinde sahneye çıktığında şarkının daha ilk cümlesini okuduktan sonra gerisini seyirci ona bırakmaz, on binlerce insan, o şarkıyı koro halinde tek ses olur, adeta haykırırdı.
Ve O’nun hayatı tamamen bir inanç ve mücadele öyküsüydü.
Adana’nın Yüreğir İlçesine bağlı Taşçı Köyünde tek göz odalı bir evde Cumali Bey ve Şerife Hanım’ın oğlu olarak doğmuştu. Zehirli sıtmadan hayatını kaybetmiş abisinin adı verilmişti kendisine. Tayfur altı yaşında iken, babası Cumali Bey bir gazino önünde bir toprak ağası ve adamları ile çıkan kavgada öldürüldü. Cumali Bey oğlunun okuyup paşa olmasını istiyordu, belki yaşasaydı bu mümkün de olacaktı. Fakat babasını kaybettikten sonra yoksulluğu ve yalnızlığı daha da katmerlendi Tayfur’un.
İş hayatına bir şekerci esnafının çırağı olarak başlamıştı. Okumayı, çalıştığı şekercideki hamaldan öğrendi. Çocukken en büyük hayali bir mağazanın vitrininde gördüğü üç tekerlekli bir bisikletti. Fakat bir topu dahi olmadı.
Ne iş bulduysa çalıştı. Bazen amelelik, hamallık, bazen Çukurova’nın pamuk tarlalarında ırgatlık yaptı. Annesi ve üvey babası ile birlikte çocuk yaşlarda ellerinde yara oluşuncaya kadar kazma salladı.
Ferdi Tayfur, Harp akademisinden olmasa da hayat akademisinin zorlu yollarından geçerek diplomasını aldı ve halkın gönlünün paşası oldu. Bağrından çıktığı Çukurova’nın değil sadece, bütün halkın gönlüne taht kurdu.
1977’de gösterime giren Çeşme Filmi 12 milyon seyirciye ulaşarak sinema tarihimizde tüm zamanların rekorunu kırdı. Diğer filmlerinde de salonlar dolup taştı. Plakları, kasetleri ve bunların korsanları milyonlarca sattı.
Hayat yolunu adımlarken elbette O’nun da hataları oldu. Fakat hep mütevazı, samimi ve gösterişsiz bir şekilde halk kültürünün yıldızı olarak yaşadı. Halkla arasında çok az faniye nasip olabilecek bir sevgi ve hayranlık bağı kuruldu. ‘’Sanatçıyız biz kimden korunacağız ki’’ dedi. Hiçbir zaman koruması olmadı.
Annemin ve kadın, erkek milyonlarca insanın gençlik çağlarının kahramanıydı, idolüydü Ferdi Tayfur.
Şarkıları bestelendikten 30 yıl sonra çekilen dizilerde hemen herkesin dilinde yeniden doğdu.
1970’lerde karşıt ideolojik görüşlerin gergin ve çatışmalı yıllarında sağdan ve soldan ülkenin en yiğit gençleri birbirini vururken aslında ülkeyi sevdalarda buluşmaya çağıran bir öz barındırıyordu O’nun isyan çığlığı.
Ve O’nun yanık sesi en çok da, hayata tutunmaya çalışan öteki Türkiye’nin, yani tutunamayanların, kendi ifadesi ile hayata başkaldıranların, garibanların sesiydi.
‘’Yoksulluk, açlık, haksızlıklar bitmeden arabesk bitmez, dünya düzeni değişmedikçe arabesk bitmeyecek. Arabesk sadece Türkiye’ye özgü değildir, her ülkede yoksulluk ve acılar var. Bunlar var olduğu sürece arabesk hep var olacak.’’ Diyerek bir kandil gecesinde Hakka yürüdü Ferdi Tayfur.
Sitemizde yayımlanan köşe yazıları, yazarların kişisel görüş ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Bu yazılar, site yönetiminin resmi görüşlerini veya duruşunu temsil etmez. Yazıların içeriğinden yalnızca yazarlar sorumlu olup, hukuki veya ahlaki yükümlülükler yazarlara aittir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Vedat SEVGİGÖR
Bir Gün Gitsen Bile Hatıran Yeter
Vedat SEVGİGÖR; Esnafinsesi.NET Konsept Danışmanı, Yazar
Yıl 1993. İstanbul Gülhane Parkı’na kurulan ışıltılı sahne platformunun etrafını hınca hınç doldurmuş tam iki yüz bin insan. Uzak yakın bütün semtlerden gelen kadınlar, erkekler, genci, yaşlısı, engellisi. Tanzimat Fermanı’nın okunduğu günlerden bu yana görülmemiş bir coşku ve sevgi izdihamı. Bıraksan az ötedeki İstanbul boğazına akacak bir insan denizi. Parka sığamamış, etraftaki caddelere taşmış mahşeri bir kalabalık.
Ve sahneden gelen her nağmede gökyüzüne doğru kalkan ellerle şarkılara eşlik eden on binlerce insandan yükselen ıslıklar, çığlıklar…
Bu insan selini bu mekânda buluşturan ise;
Şarkılarında saf hasreti, karşılıksız aşkı, kurşun gibi acıları dillendiren, kalbinden süzülen nağmelerle sıradan insanı, sadece insanı, yani hepimizin özünü anlatan,
Arabesk müziğin, mahşerin dört atlısından biri, Çukurova’nın yanık sesli evladı Ferdi Tayfur,
Minibüsçülerin, taksi şoförlerinin, kamyoncu esnafının piri, yoldaşı, sırdaşı Tayfur…
Ferdi Tayfur, sesleri duyulmayan varoşların, yalnız kalabalıkların, kimsesizlerin, Anadolu’nun yoksul köylerinin, yazgısına kayıtlı yoksulluğu da omuzlayıp köyden şehre göçenlerin sesiydi.
Fildişi kulelerdeki bazı aydınların ve kültür elitlerinin ilgi alanı dışında bıraktıklarının sesiydi. Mutluluktan coşanlardan ziyade hali hatırı pek sorulmayanların öteki Türkiye’sinde, ‘’mutsuzluğu bana sor’’ diyenlerin ya da mutluluğu kıt kanaat yaşayabilenlerin sesiydi.
Anadolu’nun güneyinin, Çukurova’nın romanını Yaşar Kemal’ler, Kemal Tahir’ler yazdı. Şarkısını ise Ferdi Tayfur’lar, Müslüm Gürses’ler okudu.
Kültürel yozlaşmaya neden olduğu gerekçesiyle bir dönem TRT' nin stüdyoları arabeske yasaklı olsa da halkın gönül kapıları Tayfur'a ve arabeskin diğer yorumcularına tamamen açıktı.
Her minibüsün olmazsa olmaz demirbaşıydı bir Ferdi Tayfur kaseti. Ve arabesk müzik o minibüslerde taşınırdı varoşlardan şehir merkezlerine.
Doksanlı yıllarda Maraş’tan İstanbul’a yaptığım yolculuklarda gece yarısından sonra otobüsteki yolcular yorgunluktan birer birer uykuya teslim olunca, sahnede benim gibi bir iki melankolik sabahçı, direksiyonun başındaki kaptan ve bir de arabeskin birkaç yıldızının şarkıları kalırdı.
O yıldızlardan biri elbette Tayfur olurdu. Uyuyan yolcuların rahatsız olmaması için kaptan, müziğin sesini olabildiğince kısar fakat yine de şoför mahallinden ince ince gelen;
"Sevgilim bak yine sabah oluyor
Şimdi sen kim bilir ne duygulardasın
Belki de en tatlı uykulardasın…"
Nağmeleri uzun Samsun sigaramın dumanına karışırken gecenin karanlığında camdan dışarıya bakarak uzaklara dalardım.
Önünden hızla geçtiğimiz yerde bir köy olurdu bazen. Evlerinin ışıkları çoktan sönmüş ve bacalarında bir hayat belirtisi görülmeyen tek katlı, iki katlı köy evlerinin siluetini birkaç saniyelik kadraja sığdırmaya çalışır ve gözden kaybolana dek izlerdim.
Sessizliğin ortasında kalmış köydeki tek tük sokak lambasının solgun ışığı, birkaç ağaç ve yalnız yürüyen bir köpek de girerdi kadraja bazen.
Düşünürdüm, acaba bu evlerde kimler yaşar? Bu köyün çeşmesinde Tayfur’un şarkısını mırıldanarak hangi delikanlı hangi genç kıza sevdalanmıştır? Gönül iklimlerinde hangi hikâyeleri, acıları, sevinçleri hasretleri taşır bu köyün insanları?
Ve bu gezegende daha kaç milyar hikâye saklıdır kim bilir diye düşünürdüm? Hiçbir zaman, dinleyemeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz.
Toplumun önüne çıkardığımız bir kimliğimiz, duruşumuz var. Birbirimizden binlerce farklı insani yönlerimiz var. Fakat ya benzerliklerimiz? Örneğin, gençlik çağlarımızda hangimiz kör kütük âşık olmadık? Taştan bir kalp taşımıyorsak eğer, hangimizin kimselere anlatamadığı umutları ya da meçhul sevdaları olmadı?
Gözyaşlarımızın, kalbimizin çatlayan yerlerinden damlayan özlemlere karıştığı saatlerde bir Ferdi Tayfur şarkısı, bu en yalnız anlarımızın sırdaşıydı belki de…
Hepimizin hikâyesine ve yüreğine dokunan içli şarkılar besteledi Ferdi Tayfur. Allah vergisi bir yetenekle ve çalışkanlığa bağlı bir üretkenlikle kendi bestelediği şarkıları söyledi daima.
Konserlerinde sahneye çıktığında şarkının daha ilk cümlesini okuduktan sonra gerisini seyirci ona bırakmaz, on binlerce insan, o şarkıyı koro halinde tek ses olur, adeta haykırırdı.
Ve O’nun hayatı tamamen bir inanç ve mücadele öyküsüydü.
Adana’nın Yüreğir İlçesine bağlı Taşçı Köyünde tek göz odalı bir evde Cumali Bey ve Şerife Hanım’ın oğlu olarak doğmuştu. Zehirli sıtmadan hayatını kaybetmiş abisinin adı verilmişti kendisine. Tayfur altı yaşında iken, babası Cumali Bey bir gazino önünde bir toprak ağası ve adamları ile çıkan kavgada öldürüldü. Cumali Bey oğlunun okuyup paşa olmasını istiyordu, belki yaşasaydı bu mümkün de olacaktı. Fakat babasını kaybettikten sonra yoksulluğu ve yalnızlığı daha da katmerlendi Tayfur’un.
İş hayatına bir şekerci esnafının çırağı olarak başlamıştı. Okumayı, çalıştığı şekercideki hamaldan öğrendi. Çocukken en büyük hayali bir mağazanın vitrininde gördüğü üç tekerlekli bir bisikletti. Fakat bir topu dahi olmadı.
Ne iş bulduysa çalıştı. Bazen amelelik, hamallık, bazen Çukurova’nın pamuk tarlalarında ırgatlık yaptı. Annesi ve üvey babası ile birlikte çocuk yaşlarda ellerinde yara oluşuncaya kadar kazma salladı.
Ferdi Tayfur, Harp akademisinden olmasa da hayat akademisinin zorlu yollarından geçerek diplomasını aldı ve halkın gönlünün paşası oldu. Bağrından çıktığı Çukurova’nın değil sadece, bütün halkın gönlüne taht kurdu.
1977’de gösterime giren Çeşme Filmi 12 milyon seyirciye ulaşarak sinema tarihimizde tüm zamanların rekorunu kırdı. Diğer filmlerinde de salonlar dolup taştı. Plakları, kasetleri ve bunların korsanları milyonlarca sattı.
Hayat yolunu adımlarken elbette O’nun da hataları oldu. Fakat hep mütevazı, samimi ve gösterişsiz bir şekilde halk kültürünün yıldızı olarak yaşadı. Halkla arasında çok az faniye nasip olabilecek bir sevgi ve hayranlık bağı kuruldu. ‘’Sanatçıyız biz kimden korunacağız ki’’ dedi. Hiçbir zaman koruması olmadı.
Annemin ve kadın, erkek milyonlarca insanın gençlik çağlarının kahramanıydı, idolüydü Ferdi Tayfur.
Şarkıları bestelendikten 30 yıl sonra çekilen dizilerde hemen herkesin dilinde yeniden doğdu.
1970’lerde karşıt ideolojik görüşlerin gergin ve çatışmalı yıllarında sağdan ve soldan ülkenin en yiğit gençleri birbirini vururken aslında ülkeyi sevdalarda buluşmaya çağıran bir öz barındırıyordu O’nun isyan çığlığı.
Ve O’nun yanık sesi en çok da, hayata tutunmaya çalışan öteki Türkiye’nin, yani tutunamayanların, kendi ifadesi ile hayata başkaldıranların, garibanların sesiydi.
‘’Yoksulluk, açlık, haksızlıklar bitmeden arabesk bitmez, dünya düzeni değişmedikçe arabesk bitmeyecek. Arabesk sadece Türkiye’ye özgü değildir, her ülkede yoksulluk ve acılar var. Bunlar var olduğu sürece arabesk hep var olacak.’’ Diyerek bir kandil gecesinde Hakka yürüdü Ferdi Tayfur.
‘’Bir yanda yaşanan o güzel günler
Bir yanda anılar bir yanda dünler
Seni yaşatacak neler var neler
Bir gün gitsen bile hatıran yeter.’’
Gidişin Yaktı Ülkeni Ferdi Baba
Mekânın Cennet, Makamın Yüce Olsun…
...
Sitemizde yayımlanan köşe yazıları, yazarların kişisel görüş ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Bu yazılar, site yönetiminin resmi görüşlerini veya duruşunu temsil etmez. Yazıların içeriğinden yalnızca yazarlar sorumlu olup, hukuki veya ahlaki yükümlülükler yazarlara aittir.